Background Image
Table of Contents Table of Contents
Previous Page  216 / 260 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 216 / 260 Next Page
Page Background

gezi

214

Falariki, upuzun bir plajdı. Öyle ki ne başı, ne

sonu belliydi. Uzadıkça uzuyordu… Kimi yerlerden

müzik sesleri geliyordu. Bizim bulunduğumuz alan

tamamen kafayı dinlemeye yönelik bir yerdi. Mavi

şemsiyelerin altında, mavi şezlonglarla, incecik

kumlar ve sakin bir deniz…

Öğlende acıkınca, çok methedilen Yunan meze-

lerini tadalım istedik. Türk mezelerinin dünyanın

hiçbir yerinde bulunmayacağını anlamam için

bu deneyimi yaşamak istemezdim ama hayatım-

da yediğim en sert ve tatsız ahtapot ve yine en

sert kalamarı Yunan tavernasında yemek nasip

olmuştu.

Dönüş yolu mu? Çok kolay oldu. Öğle yemeği-

ni yediğimiz tavernanın sahibi yakındaki taksi

durağını aradı ve iki dakika sonra taksi emrimize

amadeydi!

Hanya’yı Konya’yı Gördün mü?

Yunanistan’ın en büyük adası Girit, bizi kavurucu

bir güneşle karşıladı. Karşımızda yeşillere bürülü

dağlar, denize yakın kısımlarda ise karmakarışık

bir yapılanmanın olduğu şehir manzarası ile adaya

hoş gelmiştik!

Iraklion Limanı’ndan otobüse binerek Hanya’ya

doğru yol aldık. Yol boyunca hep aynı manzara

vardı. Makiler, taşlar, makiler, taşlar sonra makiler

ve sonra yine taşlar… Değişik hiçbir şey göremedi-

ğimden uyku bastırdı ve zevkle uyudum.

Bir süre sonra gözlerimi açınca Yunanlı rehberimiz

“Bali”den bahsediyordu. Bali Köyü’nün yanından

geçiyormuşuz. 1600’lü yıllarda Osmanlı İmpa-

ratorluğu yönetimine geçen adaya gelen Türkler

kovanlar kurarak bal yapımına başlamış. Hâlâ

bal yapımının devam ettiği o köye de Yunanlılar

“Bali” demişler. Zaten çoğu kelimelerimiz birbirine

benziyor. Sonuna sadece “i” harfini ekliyorlar.

“Portakal”, “Portakali” gibi…

Girit adası entelektüel yazarların, sanatçıların ve

Yunanistan’ın tarihini yazan Devlet Adamı Elefteri-

os Venizelos’un vatanıymış. Giritliler, Venizelos’un

bu adada doğmasıyla öyle gururlanıyorlar ki, tüm

caddelere, sokaklara “Venizelos” ismini vermeyi

uygun görmüşler.

1864 yılında Osmanlı toprağı olan Girit’in Hanya

şehrinde doğan Venizelos, ayaklanmalar başlata-

rak 1913 yılında Girit’in Yunanistan’a katılmasını

sağlamış. Herkesin kulağına tanıdık gelen bir söz

de, Venizelos’un doğduğu topraklardan çıkmış.

“Hanya’yı Konya’yı gördün mü?”… Osmanlı za-

manında bir aralar en batı uç, “Hanya”, en doğu

uç da “Konya”ymış. Bu söz de “En uç noktaları

gördün mü?” anlamına gelerek ortaya çıkmış.

Konya’yı görmüştüm, sıra Hanya’daydı… Hanya,

gözetleme kalesi olan, denizin kenarına kurulu

olarak cafeler ve restoranlarla dolu bir yerdi. Os-

manlı Dönemi’nden kalma camii de içi boşaltıla-

rak kanaviçe, dantel sergilerine ev sahipliği yapan

bir alana dönüştürülmüştü.

Hanya’dan sonra saatlerce süren bir yolculukla

Rethimno’ya vardık. Ben Rethimno’yu çok güzel

bir plaj olarak hayal ediyordum. Ya da içim kav-

rulduğu için denize girme aşkıyla böyle bir şeyin

olmasını diliyordum ama… Hayal kırıklığı…

Gemilerin atıklarını bıraktığı bir liman plajından ne

beklenirse ancak o kadarı vardı… Denize girmek

benim için hayaldi…

Tüm günümü yollarda geçirip, Hanya, Rethimno

diye telef olduğuma yandım… Girit’teki tek gü-

nümde bir plaja gitsem benim için daha iyi olurdu

herhalde!

Bunlar Halk Oyunu mu Oynuyor?

Ertesi gün deniz dalgalı mı dalgalıydı. Atina’nın

Lavrion Limanı’na vardığımızda, güvenli bir koya

varmanın sevinciyle karaya ayak bastık. Şehrin

dışındaki bu limanın çevresinde neredeyse hiç

yerleşim yok gibiydi…

Atina merkeze ulaşım bir saat sürüyordu. Atina’ya

gelmişken de Akropolis’e gitmeden olmazdı!

Yunanca “yukarıda bulunan şehir” anlamına

gelen Akropolis’e merdivenlerden kan - ter içinde

kalarak çıkıyordunuz. Akropolis, dünyaca o kadar

meşhur ki, turistlerden dolayı iğne atılsa yere

düşmüyordu. İçinde Parthenon, Athena ve Erekh-

theion tapınaklarının bulunduğu bu büyük alanda

restorasyon çalışmaları yapılıyordu.

Akropolis’in yüzde 15’inden daha fazlasının res-

tore edilmesine, “doğallığı bozulur” denilerek izin

verilmiyordu. Mermerler oksijenle temas ettiği için

yıllarla birlikte sararmaya başlamış. Tapınak ilk

yapılırken de, restore edilirken de aynı yataktaki

mermerlerden yararlanılmış. Fakat buna rağmen

yeni çıkarılan mermerlerin rengi beyaz olduğun-

dan tapınak restore edilirken sarı mermerlerin

yanında yamalı bohça gibi durmuş.

Akropolis’ten sonra sıra Atina Parlamento Binası

önüydü. Her gün saat 12:30’da binanın önündeki

askerler nöbet değiştirirmiş. Gösteri gibi olan bu

ilginç nöbeti kaçırmamak adına koşturarak Parla-

mento Binası’na gittik.

Etekli, uzun beyaz çoraplı, uzunca püskülü olan

şapka takmış, ponponlu ayakkabıları olan askerler

senkronik hareketlerle bacaklarını havaya kaldırıp

bir ileri bir geri hareketler yaptıktan sonra yere

basıyorlardı. Başlarında emir veren bir üstleri

olan askerler her emirden sonra bir hareket

yaparak yavaş hareketlerle ilerliyorlardı. Ayakları

yere değdikçe sıradan bir ayakkabı ökçesinden

gelmeyecek sertlikte ve yükseklikte ses geliyor-

du. Üşenmeden eğilip ayakkabılarının altında ne

olduğuna baktım. At nalı takmışlardı ökçelerine!

Askerlerin nöbet değişimini izleyen kalabalık turist

gurubundan yükselen bir ses ise durumu özetler-

ken herkesi kahkahaya boğdu:

“Bunlar halk oyunu mu oynuyor?”

Kendimi ilk kez bu kadar kendi ülkemde gibi

hissettiğim başka bir ülke maceram daha bitmişti.

Sayılı gün çabuk geçerdi ama önemli olan o sayılı

günlere neler sığdırıldığıydı. Yunanistan’ı adala-

rıyla tüm damarlarımda akan kan gibi hissederek

Türkiye’ye “merhaba” dedim…