

Güveçte kuru fasulye, içine köfte, üzerine karın
bir dağı örtmesi gibi peynir rendelenmiş domates
– salatalık salatası ve ev yapımı limonata sipa-
riş ettim. Garson çocuk ile kendi ülkemde gibi
Türkçe konuşmuştum. Siparişlerimi getirirken,
“burada herkes Türkçe konuşur abla” demeyi de
unutmadı.
Çok yürüdüğümden mi bilmiyorum ama iştahım
öyle açıktı ki! Üzerine tereyağı ve baharat gezdi-
rilmiş tandır ekmeğini sade yediğimde bile göz-
lerimi kapatıp o tatla bütünleşeyim istiyor-
dum. Kuru fasulye kesinlikle hayatımda
yediğim en güzel fasulyeydi.
Tuvalet Dedim, Bardak Uzattı…
Harika yemeklerle karnımı doyur-
duktan sonra yine yollara düşme
vaktim gelmişti. Priştina minibüsüne
binip otelime dönecektim. Amerikan
Konsolosluğu’nun karşısından mini-
büslerin geçtiğini söylediler. Sırtımdan
terler akarak yürürken, sırt çantamın kayış-
larının omuzlarımdaki teri emerek sırılsıklam
olduğunu hissediyordum. O kadar çok yürümüş-
tüm ki…
Sonunda Amerikan Konsolosluğu’nun önüne gel-
diğimde Priştina minibüsünü bir tek benim bek-
lediğimi fark ettim. Taksiler gelip beni Priştina’ya
götürmek için pazarlık yapmak istiyordu. Ben ise
minibüsü beklemeye devam ediyordum.
En sonunda eski bir minibüs geldi. Minibüsün
orta kapısını iptal edip, kapı tarafına koltuk
monte etmişlerdi. Şoförün yanındaki koltuk kat-
lanabilir bir koltuktu. Yolcular ön kapıdan, katlı
koltuğun darlaştırdığı alanı geçerek minibüse
biniyordu. Kiminin eşyası öyle çoktu ki, mini-
büsün arkasına koymak istemişler ama kapıyı
kapatamadıklarından tekmelerle zorluyorlar.
Belki de arkaya konulmak istenen eşyalar zarar
görüyordu.
Sonunda yola çıktık. Yine sınırdan geçeceğimiz
için pasaport numaralarımızın ve isimlerimizin
yazılması gereken kağıt elden ele dolaştı. Mini-
büs öylesine gürültüyle çalışıyordu ki, sanki her
tarafı dökülen ama zorla bir arada tutulan bir te-
nekenin içinde yolculuk yapıyordum. Gerçi böyle
bir yolculuk yapmak da beni eğlendiriyordu.
Sınırlardan kolaylıkla geçtikten sonra Kosova’ya
gelmiştik. Gezimin orta noktası olarak belirledi-
ğim Priştina’daki otelime gitmeden önce karnımı
doyurmalıydım. Kosova’da adım başı “Qebapto-
re” tabelası olan, vitrinine doğru ızgara çıkıntısı
olup, içeride camlı tezgahtan seçilen köfte çeşit-
lerinin pişirilip servis edildiği lokantalar vardı.
Köfteye, kebap diyorlardı. Çeşit çeşit köftelerden
istediğiniz sayıda her birinden karışık bir tabak
yaptırabiliyordunuz. Bir de bu quebaptore’lere
doyum olmadığını da eklemeliyim!
Akşamüstü de Nene Tereza Caddesi’nde yürüyüş
yaparak fazladan aldığınız kalorileri yakabilir-
diniz. Nene Tereza, geniş ve araçlara kapalı bir
bulvardı. Nene Tereza (Rahibe Teresa) Üsküp’te
doğmuş ve hayırsever çalışmalarından dolayı
1979 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almıştı. Dola-
yısıyla Priştina’da O’nun adına bir bulvar olduğu
gibi, kilise de bulunuyordu.
Nene Tereza
Caddesi’nde
çocuklar bisiklet-
lerine binerken,
pamuk şekeri
ve patlamış
mısırı arabaları
eğlenceli bir
fon oluşturuyor-
du. Caddenin iki
yanındaki cafelerde
oturanlar, zaman dur-
muşçasına yavaşça içecek-
lerini yudumluyordu. Yorucu bir gündü… Otele
dönme vakti gelmişti!
Ertesi gün Priştina’yı
keşfe çıkacaktım.
Uçağımın 3 saat rötar
yapacağı bilgisi de
gelince Priştina’da
yapacak bir şeyler
aradım. Rötar haberi
biraz daha erken gel-
seydi Ferizaj kentini
ziyaret ederdim ama
tam da günün orta-
sında haberi alınca
Priştina’da kalakal-
mıştım.
Pazar günü olması
dolayısıyla dük-
kanlar kapalıyken
ne Türkçe ne de
İngilizce bilmeyen
halk nedeniyle yorul-
muştum. Konuşarak
anlaşamadığım için
vücut diliyle anlaşma
çabalarım dolayısıyla
pandomim sanatçısı
olacaktım neredeyse!
Tavuk isterken
“tavuk, chicken”
dememden bir şey
anlaşılmayınca
ellerimi koltukalt-
larıma sokup kanat
gibi çırptıktan sonra
“gıt gıt gıdak gıt gıt
bık bık” şeklinde ses
çıkarmam da bir işe
yaramamış, karşım-
daki bana anlamsızca
bakmaya devam
etmişti. Şehirde ya-
pacak bir şey bulamayınca kuaförün birine gidip
manikür yaptırmak istediğimde google translate’i
açıp İngilizce’den Arnavutça’ya çevrilecek
cümleler yazdığım halde anlaşılmayıp, az daha
bana kaplan pençesi gibi uzun sivri takma tırnak
takılıyordu, zor kurtuldum. Bir dükkana girip
tuvaleti sorduğumda, karşımdaki kadının bana
bardak uzatması da son nokta olmuştu.
Konuşacak kimse olmayınca, derdimi de anlata-
madığımdan Nene Tereza Caddesi’ni baştanbaşa
volta ata ata zaman geçirmeye çalışıyordum. İşe
yaramıştı da! Sonunda Türkiye’ye dönme vaktim
gelmişti. Kosova’nın yeşil örtüsünü hayranlıkla
izleyerek uçarken, O’nunla bir arkadaşımla veda-
laşır gibi el sallıyordum.
gezi
kosova
219
Kosova’da adım başı “Qebaptore” tabelası olan, vitrinine doğru ız-
gara çıkıntısı olup, içeride camlı tezgahtan seçilen köfte çeşitlerinin
pişirilip servis edildiği lokantalar vardı. Köfteye, kebap diyorlardı.