Background Image
Table of Contents Table of Contents
Previous Page  221 / 244 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 221 / 244 Next Page
Page Background

Güveçte kuru fasulye, içine köfte, üzerine karın

bir dağı örtmesi gibi peynir rendelenmiş domates

– salatalık salatası ve ev yapımı limonata sipa-

riş ettim. Garson çocuk ile kendi ülkemde gibi

Türkçe konuşmuştum. Siparişlerimi getirirken,

“burada herkes Türkçe konuşur abla” demeyi de

unutmadı.

Çok yürüdüğümden mi bilmiyorum ama iştahım

öyle açıktı ki! Üzerine tereyağı ve baharat gezdi-

rilmiş tandır ekmeğini sade yediğimde bile göz-

lerimi kapatıp o tatla bütünleşeyim istiyor-

dum. Kuru fasulye kesinlikle hayatımda

yediğim en güzel fasulyeydi.

Tuvalet Dedim, Bardak Uzattı…

Harika yemeklerle karnımı doyur-

duktan sonra yine yollara düşme

vaktim gelmişti. Priştina minibüsüne

binip otelime dönecektim. Amerikan

Konsolosluğu’nun karşısından mini-

büslerin geçtiğini söylediler. Sırtımdan

terler akarak yürürken, sırt çantamın kayış-

larının omuzlarımdaki teri emerek sırılsıklam

olduğunu hissediyordum. O kadar çok yürümüş-

tüm ki…

Sonunda Amerikan Konsolosluğu’nun önüne gel-

diğimde Priştina minibüsünü bir tek benim bek-

lediğimi fark ettim. Taksiler gelip beni Priştina’ya

götürmek için pazarlık yapmak istiyordu. Ben ise

minibüsü beklemeye devam ediyordum.

En sonunda eski bir minibüs geldi. Minibüsün

orta kapısını iptal edip, kapı tarafına koltuk

monte etmişlerdi. Şoförün yanındaki koltuk kat-

lanabilir bir koltuktu. Yolcular ön kapıdan, katlı

koltuğun darlaştırdığı alanı geçerek minibüse

biniyordu. Kiminin eşyası öyle çoktu ki, mini-

büsün arkasına koymak istemişler ama kapıyı

kapatamadıklarından tekmelerle zorluyorlar.

Belki de arkaya konulmak istenen eşyalar zarar

görüyordu.

Sonunda yola çıktık. Yine sınırdan geçeceğimiz

için pasaport numaralarımızın ve isimlerimizin

yazılması gereken kağıt elden ele dolaştı. Mini-

büs öylesine gürültüyle çalışıyordu ki, sanki her

tarafı dökülen ama zorla bir arada tutulan bir te-

nekenin içinde yolculuk yapıyordum. Gerçi böyle

bir yolculuk yapmak da beni eğlendiriyordu.

Sınırlardan kolaylıkla geçtikten sonra Kosova’ya

gelmiştik. Gezimin orta noktası olarak belirledi-

ğim Priştina’daki otelime gitmeden önce karnımı

doyurmalıydım. Kosova’da adım başı “Qebapto-

re” tabelası olan, vitrinine doğru ızgara çıkıntısı

olup, içeride camlı tezgahtan seçilen köfte çeşit-

lerinin pişirilip servis edildiği lokantalar vardı.

Köfteye, kebap diyorlardı. Çeşit çeşit köftelerden

istediğiniz sayıda her birinden karışık bir tabak

yaptırabiliyordunuz. Bir de bu quebaptore’lere

doyum olmadığını da eklemeliyim!

Akşamüstü de Nene Tereza Caddesi’nde yürüyüş

yaparak fazladan aldığınız kalorileri yakabilir-

diniz. Nene Tereza, geniş ve araçlara kapalı bir

bulvardı. Nene Tereza (Rahibe Teresa) Üsküp’te

doğmuş ve hayırsever çalışmalarından dolayı

1979 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almıştı. Dola-

yısıyla Priştina’da O’nun adına bir bulvar olduğu

gibi, kilise de bulunuyordu.

Nene Tereza

Caddesi’nde

çocuklar bisiklet-

lerine binerken,

pamuk şekeri

ve patlamış

mısırı arabaları

eğlenceli bir

fon oluşturuyor-

du. Caddenin iki

yanındaki cafelerde

oturanlar, zaman dur-

muşçasına yavaşça içecek-

lerini yudumluyordu. Yorucu bir gündü… Otele

dönme vakti gelmişti!

Ertesi gün Priştina’yı

keşfe çıkacaktım.

Uçağımın 3 saat rötar

yapacağı bilgisi de

gelince Priştina’da

yapacak bir şeyler

aradım. Rötar haberi

biraz daha erken gel-

seydi Ferizaj kentini

ziyaret ederdim ama

tam da günün orta-

sında haberi alınca

Priştina’da kalakal-

mıştım.

Pazar günü olması

dolayısıyla dük-

kanlar kapalıyken

ne Türkçe ne de

İngilizce bilmeyen

halk nedeniyle yorul-

muştum. Konuşarak

anlaşamadığım için

vücut diliyle anlaşma

çabalarım dolayısıyla

pandomim sanatçısı

olacaktım neredeyse!

Tavuk isterken

“tavuk, chicken”

dememden bir şey

anlaşılmayınca

ellerimi koltukalt-

larıma sokup kanat

gibi çırptıktan sonra

“gıt gıt gıdak gıt gıt

bık bık” şeklinde ses

çıkarmam da bir işe

yaramamış, karşım-

daki bana anlamsızca

bakmaya devam

etmişti. Şehirde ya-

pacak bir şey bulamayınca kuaförün birine gidip

manikür yaptırmak istediğimde google translate’i

açıp İngilizce’den Arnavutça’ya çevrilecek

cümleler yazdığım halde anlaşılmayıp, az daha

bana kaplan pençesi gibi uzun sivri takma tırnak

takılıyordu, zor kurtuldum. Bir dükkana girip

tuvaleti sorduğumda, karşımdaki kadının bana

bardak uzatması da son nokta olmuştu.

Konuşacak kimse olmayınca, derdimi de anlata-

madığımdan Nene Tereza Caddesi’ni baştanbaşa

volta ata ata zaman geçirmeye çalışıyordum. İşe

yaramıştı da! Sonunda Türkiye’ye dönme vaktim

gelmişti. Kosova’nın yeşil örtüsünü hayranlıkla

izleyerek uçarken, O’nunla bir arkadaşımla veda-

laşır gibi el sallıyordum.

gezi

kosova

219

Kosova’da adım başı “Qebaptore” tabelası olan, vitrinine doğru ız-

gara çıkıntısı olup, içeride camlı tezgahtan seçilen köfte çeşitlerinin

pişirilip servis edildiği lokantalar vardı. Köfteye, kebap diyorlardı.