

tutuşturan resepsiyon görevlisinin
Priştina’da rastladığım İngilizce konuşan
tek kişi olacağını bilmiyordum.
2008 yılında bağımsızlığını ilan eden
Kosova, küçük bir ülke olsa da benim
zamanım sınırlı olduğu için her yeri gez-
meli ve hızlı hareket etmeliydim. Otele
bavulumu bıraktıktan sonra otogara
gittim. Otogardaki tüm otobüsler 1980
– 1990 yılları arasındaki modellerdendi.
Nostalji filmleri çekilmek istense, bu
otogar çok uygun bir mekan olabilirdi.
Prizren’e giden otobüse bilet almak iste-
diğimde, otobüsün içinden alabileceğim
söylendi.
Otobüste isteyen istediği yere oturup,
gelen muavinden 4 Euro karşılığında
biletini alıyordu. Prizren en çok merak
ettiğim şehirlerdendi. Havaalanında
pasaportumu kontrol eden memur bile
Prizren’e gitmeden Kosova’dan ayrılma-
mamı söylemişti. Kosova Prizrenliler
Derneği İletişim Koordinatörü Bülent
Fidan ile de bu ülkeye gelmeden önce
görüştüğümde, Prizren’i öve öve biti-
rememiş ve benim için bu şehri ziyaret
etmek kaçınılmaz olmuştu.
Kosova’daki ulaşım sistemi, yollar-
da bekleyen insanların şehirlerarası
otobüslere alınması ve istedikleri yerde
bırakılması şeklindeydi. İlk zamanlar
garip gelse de sonradan alıştığım bir du-
rum olmuştu. Kah durup yolcu alarak,
kah yemyeşil ağaçların arasındaki tek
şeritli yoldan geçerek, fonda hareketli
Balkan parçalarıyla iki saat süren yolcu-
luk sonunda Prizren’e varmıştık.
Prizren’in Kertenkele Çobanı…
Yeşillikler içindeki Prizren, ortasından
geçen deresi ve derenin üzerine kurulu
Osmanlı zamanından kalma köprüleri,
tepedeki kalesiyle masal diyarından
fırlamış gibiydi. Prizren’de tabelalarda
ise yazılar Arnavutça, İngilizce ve Türkçe
dillerindeydi.
“Belediye Eski Binası” yazılı bir binaya
girip, bilgi almak istediğimde Bajram
Basha isimli “Turist Rehberi” kitabı
yazarı hemen Türkçe konuşarak bana
şehri anlatmaya başladı. Bana “Prizren
Ziyaretçi Rehberi” isimli Türkçe ve İngi-
lizce dillerinde yazılı kitapçığı armağan
etti. Tek başıma seyahat ettiğimi öğrenince tepe-
deki kaleye gitmememi, zemin için ayağımdaki
sandaletlerin uygun olmadığını ve çevrenin ıssız
olduğunu söyledi.
Bu kadar yol gelmişken, şehre tepeden bakma-
dan ayrılamazdım. Yine de tepeye tırmanmaya
başladım. Dik yokuşları ve merdivenleri tırma-
nırken, son evi de arkamda bırakmış ve ıssız yola
girmiştim. Güneş tepemde beni buharlaştıracak
kadar yakıcı ışınlarını cömertçe üzerime salıyor-
du. Geçtiğim yolların kenarındaki otlar sürekli
hışırdıyor ve otların sarsılmasıyla arasında bir
şeylerin hareket ettiğini anlıyordum.
Otların arasında hareket eden şeyin ne olduğu-
nu düşünürken, yılan olmaması için dua ettim.
Sonrasında ise yeşil ve daha farklı renkte kerten-
kele türleriyle karşılaşınca, tehlike olmadığını
anladım. “Fareli Köyün Kavalcısı” gibi
“Prizren’in Kertenkele Çobanı” olarak
ardımdan gelen hayvancıklarla tepeyi
tırmandım.
Görüntü muhteşemdi! Yorulmama
değmişti. Nefes nefese kalarak şehri ikiye
ayıran nehrin üzerine yansıyan güneş
ışığını seyrettim. Yeşilliklerin içinde kay-
bolmuş bir Ortodoks kilisesi ve Osmanlı
Mimarisi’ni yansıtan alçak minareli camii
ile şehir, huzurun resmini çiziyordu.
Manzarayla gözlerimi doyurduktan sonra
tepeden kolayca inip merkeze gittim.
Meydanda beyaz atlı bir faytoncuya rast-
ladım. Tüm Prizren’i 7 Euro’ya gezdirdi-
ğini söyledi. Zamanım olsaydı gezerdim,
ama belki bir dahaki sefere!
T.C. Başbakanlık ve Türk İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı Başkanlığı tarafın-
dan restore edilen Sinan Paşa Camii’ni de
ziyaret ettikten sonra kendimi ülkemde
gibi hissederek Priştina’ya dönmek üzere
hazırlandım. Herkesin Türkçe bildiği ve
asla İngilizce konuşmaya ihtiyaç duyma-
dığım bu güzel şehir gerçekten büyüle-
yiciydi.
Ne Güzel İnsanlar Var!
Buraya gelmişken, sucuk da alınmalıydı.
Vitrinine metrelerce sucuk zincirini as-
mış olan bir kasap dükkanına girdim. Ka-
sap tabii ki Türkçe konuşuyordu. Bir tane
sucuk alacağımı söyledim. Bu ülkedeki
sucuklar, Türkiye’dekilere benzemiyordu.
Elips şeklinde değil, upuzun düz uzanan
türdendi. Kasap kocaman sucuğu tart-
tıktan sonra borcumun 1 Euro olduğunu
söyleyince kulaklarıma inanamadım.
Türkiye’deki et fiyatları nedeniyle altın
değerinde olan ev yapımı organik sucuğa
bakakaldım. Sırf ucuz diye daha fazla alı-
yor gibi görünmemek için, “Ağır olmaz,
Türkiye’ye taşırım herhalde, siz oradan
bana üç sucuk daha verin…” dedim. Hal-
buki ucuzluğu beni çok cezp etmişti!
Kasaptan ayrılırken otogarı sorduğum-
da, oradaki müşterilerden orta yaşı
biraz geçkince olan biri Türkçe olarak,
“Gel kız, ben göstereyim sana” dedi. Bu
içten gelen seslenmeyle yöre halkının
da sıcaklığını hissettim. Sokak araların-
dan geçerek kestirme yoldan giderken,
adamın Arnavut olduğunu öğrendim.
Kosova’da çok Arnavut yaşıyordu. Neredeyse her
evin önünde Arnavutluk bayrağı asılıydı. Öyle
ki, kendimi Arnavutluk’un bir parçasındaymışım
gibi hissediyordum.
Şar Dağları’nda otlayan koyun ve keçilerin sü-
tünden yapılan peynirden almak istediğimi beni
otogara götüren mihmandarıma söylediğimde,
beni hemen bir dükkana soktu. İçeridekilere,
gezi
kosova
217
“Fareli Köyün Kavalcısı” gibi “Prizren’in
Kertenkele Çobanı” olarak ardımdan
gelen hayvancıklarla tepeyi tırmandım.
Görüntü muhteşemdi! Yorulmama değmişti.
Nefes nefese kalarak şehri ikiye ayıran
nehrin üzerine yansıyan güneş
ışığını seyrettim.