Background Image
Table of Contents Table of Contents
Previous Page  219 / 244 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 219 / 244 Next Page
Page Background

tutuşturan resepsiyon görevlisinin

Priştina’da rastladığım İngilizce konuşan

tek kişi olacağını bilmiyordum.

2008 yılında bağımsızlığını ilan eden

Kosova, küçük bir ülke olsa da benim

zamanım sınırlı olduğu için her yeri gez-

meli ve hızlı hareket etmeliydim. Otele

bavulumu bıraktıktan sonra otogara

gittim. Otogardaki tüm otobüsler 1980

– 1990 yılları arasındaki modellerdendi.

Nostalji filmleri çekilmek istense, bu

otogar çok uygun bir mekan olabilirdi.

Prizren’e giden otobüse bilet almak iste-

diğimde, otobüsün içinden alabileceğim

söylendi.

Otobüste isteyen istediği yere oturup,

gelen muavinden 4 Euro karşılığında

biletini alıyordu. Prizren en çok merak

ettiğim şehirlerdendi. Havaalanında

pasaportumu kontrol eden memur bile

Prizren’e gitmeden Kosova’dan ayrılma-

mamı söylemişti. Kosova Prizrenliler

Derneği İletişim Koordinatörü Bülent

Fidan ile de bu ülkeye gelmeden önce

görüştüğümde, Prizren’i öve öve biti-

rememiş ve benim için bu şehri ziyaret

etmek kaçınılmaz olmuştu.

Kosova’daki ulaşım sistemi, yollar-

da bekleyen insanların şehirlerarası

otobüslere alınması ve istedikleri yerde

bırakılması şeklindeydi. İlk zamanlar

garip gelse de sonradan alıştığım bir du-

rum olmuştu. Kah durup yolcu alarak,

kah yemyeşil ağaçların arasındaki tek

şeritli yoldan geçerek, fonda hareketli

Balkan parçalarıyla iki saat süren yolcu-

luk sonunda Prizren’e varmıştık.

Prizren’in Kertenkele Çobanı…

Yeşillikler içindeki Prizren, ortasından

geçen deresi ve derenin üzerine kurulu

Osmanlı zamanından kalma köprüleri,

tepedeki kalesiyle masal diyarından

fırlamış gibiydi. Prizren’de tabelalarda

ise yazılar Arnavutça, İngilizce ve Türkçe

dillerindeydi.

“Belediye Eski Binası” yazılı bir binaya

girip, bilgi almak istediğimde Bajram

Basha isimli “Turist Rehberi” kitabı

yazarı hemen Türkçe konuşarak bana

şehri anlatmaya başladı. Bana “Prizren

Ziyaretçi Rehberi” isimli Türkçe ve İngi-

lizce dillerinde yazılı kitapçığı armağan

etti. Tek başıma seyahat ettiğimi öğrenince tepe-

deki kaleye gitmememi, zemin için ayağımdaki

sandaletlerin uygun olmadığını ve çevrenin ıssız

olduğunu söyledi.

Bu kadar yol gelmişken, şehre tepeden bakma-

dan ayrılamazdım. Yine de tepeye tırmanmaya

başladım. Dik yokuşları ve merdivenleri tırma-

nırken, son evi de arkamda bırakmış ve ıssız yola

girmiştim. Güneş tepemde beni buharlaştıracak

kadar yakıcı ışınlarını cömertçe üzerime salıyor-

du. Geçtiğim yolların kenarındaki otlar sürekli

hışırdıyor ve otların sarsılmasıyla arasında bir

şeylerin hareket ettiğini anlıyordum.

Otların arasında hareket eden şeyin ne olduğu-

nu düşünürken, yılan olmaması için dua ettim.

Sonrasında ise yeşil ve daha farklı renkte kerten-

kele türleriyle karşılaşınca, tehlike olmadığını

anladım. “Fareli Köyün Kavalcısı” gibi

“Prizren’in Kertenkele Çobanı” olarak

ardımdan gelen hayvancıklarla tepeyi

tırmandım.

Görüntü muhteşemdi! Yorulmama

değmişti. Nefes nefese kalarak şehri ikiye

ayıran nehrin üzerine yansıyan güneş

ışığını seyrettim. Yeşilliklerin içinde kay-

bolmuş bir Ortodoks kilisesi ve Osmanlı

Mimarisi’ni yansıtan alçak minareli camii

ile şehir, huzurun resmini çiziyordu.

Manzarayla gözlerimi doyurduktan sonra

tepeden kolayca inip merkeze gittim.

Meydanda beyaz atlı bir faytoncuya rast-

ladım. Tüm Prizren’i 7 Euro’ya gezdirdi-

ğini söyledi. Zamanım olsaydı gezerdim,

ama belki bir dahaki sefere!

T.C. Başbakanlık ve Türk İşbirliği ve

Koordinasyon Ajansı Başkanlığı tarafın-

dan restore edilen Sinan Paşa Camii’ni de

ziyaret ettikten sonra kendimi ülkemde

gibi hissederek Priştina’ya dönmek üzere

hazırlandım. Herkesin Türkçe bildiği ve

asla İngilizce konuşmaya ihtiyaç duyma-

dığım bu güzel şehir gerçekten büyüle-

yiciydi.

Ne Güzel İnsanlar Var!

Buraya gelmişken, sucuk da alınmalıydı.

Vitrinine metrelerce sucuk zincirini as-

mış olan bir kasap dükkanına girdim. Ka-

sap tabii ki Türkçe konuşuyordu. Bir tane

sucuk alacağımı söyledim. Bu ülkedeki

sucuklar, Türkiye’dekilere benzemiyordu.

Elips şeklinde değil, upuzun düz uzanan

türdendi. Kasap kocaman sucuğu tart-

tıktan sonra borcumun 1 Euro olduğunu

söyleyince kulaklarıma inanamadım.

Türkiye’deki et fiyatları nedeniyle altın

değerinde olan ev yapımı organik sucuğa

bakakaldım. Sırf ucuz diye daha fazla alı-

yor gibi görünmemek için, “Ağır olmaz,

Türkiye’ye taşırım herhalde, siz oradan

bana üç sucuk daha verin…” dedim. Hal-

buki ucuzluğu beni çok cezp etmişti!

Kasaptan ayrılırken otogarı sorduğum-

da, oradaki müşterilerden orta yaşı

biraz geçkince olan biri Türkçe olarak,

“Gel kız, ben göstereyim sana” dedi. Bu

içten gelen seslenmeyle yöre halkının

da sıcaklığını hissettim. Sokak araların-

dan geçerek kestirme yoldan giderken,

adamın Arnavut olduğunu öğrendim.

Kosova’da çok Arnavut yaşıyordu. Neredeyse her

evin önünde Arnavutluk bayrağı asılıydı. Öyle

ki, kendimi Arnavutluk’un bir parçasındaymışım

gibi hissediyordum.

Şar Dağları’nda otlayan koyun ve keçilerin sü-

tünden yapılan peynirden almak istediğimi beni

otogara götüren mihmandarıma söylediğimde,

beni hemen bir dükkana soktu. İçeridekilere,

gezi

kosova

217

“Fareli Köyün Kavalcısı” gibi “Prizren’in

Kertenkele Çobanı” olarak ardımdan

gelen hayvancıklarla tepeyi tırmandım.

Görüntü muhteşemdi! Yorulmama değmişti.

Nefes nefese kalarak şehri ikiye ayıran

nehrin üzerine yansıyan güneş

ışığını seyrettim.