

“Türkiye’den misafirim” şeklinde beni tanıştır-
dığında, biraz önce kasap dükkanında tanışma-
mışız da 40 senelik dostmuşuz gibi hissederken,
Türkler’in de ne kadar sevildiğini anladım. Su
dolu minik bir kavanozun içinde yüzen peynir
parçalarının orijinal Şar Peyniri olduğunu öğre-
nip, bir tane aldım.
Anayola çıktığımızda otogara gerek kalmadan
Priştina otobüsüyle karşılaştık. Mihmandarımla
tokalaştıktan sonra otobüse binerken güneşi ardı-
ma alıp “ne güzel insanlar var” diye düşündüm.
“Burada Herkes Türkçe Konuşur Abla!”
Ertesi sabah kiliseden gelen çan sesiyle uyandım.
Çok geçmedi ezan sesini de duyunca içimde bir
heyecanla yatağımda doğruldum. Uyum, huzur,
mutlulukla erkenden güne başlıyordum! Planım-
da Makedonya’ya geçmek vardı.
Otogara vardığımda büyük bir otobüsle ülke
değiştireceğimi düşünerek tüm eski model oto-
büslerin tabelalarını okudum. Sonunda “Skopje”
(Üsküp) yazan bir minibüsün önünde durdum.
Bildiğimiz minibüslerden farkı, çok eski ve yıpran-
mış olmasıydı. Minibüse bindiğimde arka koltukta otura-
rak kitap okuyan sırt çantalı bir turist gördüm. Priştina’da
İngilizce bilen birini bulmak çok zordu. Dolayısıyla,
turistin yardımcısı yine turist olacaktı!
Minibüsün Üsküp’e mi gittiğini sordum. Turist, başını
okuduğu kitaptan kaldırıp, kayıtsız bir ifade ve rahat bir
sesle beni cevapladı:
“I hope so!” (Umarım gidiyordur)
Minibüs Üsküp’e gitmese de, rahattım. Artık kader beni
nereye götürürse, oraya gidecektim!
Minibüsün kalkış saati geldi. Kel kafalı iri şoför, direksiyon
başına oturdu. Anahtarı kontağa soktu. Nefessiz kalmış bir
canavarın boğuk sesi gibi bir ses geldi. Şoför, aracı bir kere
daha çalıştırmak için hamle yaptı. Yine aynı ses… İçimden
minibüsü iteceğimizi düşünürken minibüs çalışıverdi.
Yolda ellerinde pasaportlarıyla bekleyen yolcuları ala-
rak ilerliyorduk. Kosova’da herkesin pasaportu vardı ve
Balkanlar’da sınır, formaliteden ibaretti. Komşuya gider
gibi birkaç saatliğine ülke değiştirip geri geliniyordu.
Yeşillikleri izlerken bir kağıt elden ele dolaşmaya başladı.
Minibüstekiler isimlerini ve pasaport numaralarını kağıda
yazıyordu. Sınıra geldiğimizde Kosovalı bir memur mini-
büse binip hepimizin yüzüne tek tek bakarak pasaportları-
mızı inceledi.
Memur, işlemlerimizi yaptıktan sonra tüm pasaportları
şoföre teslim etti. Şoför bir sonraki Makedonya sınırında
memura pasaportları kendimizin teslim etmesi için dağı-
tırken benimkinde takıldı kaldı:
“Türk müsen seeen?”
Şoförle konuşmak için İngilizce’nin yanı sıra el – kol hare-
ketleriyle de vücut dilini kullandığımdan O’ndan Türkçe
soru duyunca şaşırmıştım:
“Siz Türkçe biliyor muydunuz? Kaç saattir niye uğraştım
derdimi başka dillerde anlatmaya!”
Makedonya sınırına gelmiştik. Memur bizi minibüsten
indirdi. Normalde minibüsten kimseyi indirmezmiş ama
şansıma denk gelmiş. Bir gün önce Üsküp’te çarşıda “milli-
yetçi” bir kavga olmuş. Polis, göz yaşartıcı gazlarla mü-
dahale edince, Makedonlar da sınırda “sıkı” gibi görünen
kontrollerini yapıyordu. Gerçi çantaları çok fazla karıştır-
madılar ama her yerde olduğu gibi romanların çuvalların-
daki her şeyi çıkartıp iyice incelediler.
Aramadan sonra minibüsümüze bindik ve çok geçmeden
Üsküp’e vardık. Rengarenk çiçeklerin olduğu tezgahların
bölgesinde indim. Halk pazarı kurulmuştu. Pazara girip
İngilizce olarak Çarşı’ya nasıl gidebileceğimi sorarken, bir
adam çıkıp benimle Türkçe konuşmaya başladı. O zaman
anladım ki, Üsküp’te de Türkçe konuşana rastlamak çok
kolaydı. Pazardan çıkıp çarşıya geldiğimde yıllara meydan
okumuş bir Osmanlı şehrini gördüm. Kubbeli hamamlar,
alçak direkli camiiler, minarede göndere çekili yeşil üzerine
ay – yıldız bayrak, köşe başı çeşmeler, Arnavut kaldırımlar…
Osmanlı Dönemi’nden kalma bir hamamı “Makedonya
Ulusal Galerisi” yaparak, içeride duvarları boyamışlar ve ta-
rihi eserin canına okumuşlardı maalesef. Yürüyüş için özel
aldığım spor ayakkabılarımla tüm şehri arşınlamak üzere
eski hamam ziyaretinden sonra tepeye tırmanarak kaleye
doğru yol aldım.
Balkanlar’da neredeyse her merkezi şehirde bir kale oldu-
ğunu var sayarsak, ne kadar istilaya açık bir bölge olduğu
sonucuna varabiliriz.
Kale’ye geldiğimde, kalenin yarısında restore çalışmaları-
nın devam ettiğini gördüm. Kalan bölümler de yürü yürü
bitmiyordu. Güneş yine tepemdeydi. Şehri ikiye bölen
nehrin üzerine kurulu köprü, tarih ile modern dünyayı
birleştiriyordu.
Kaleden inip, köprüyü geçerek karşı tarafa gittiğimde daha
yüksek katlı binalar, modern heykeller, rahat sandalye ve
koltuklu cafelerle karşılaştım. Büyük İskender’in Makedon
olduğunu iddia ettiklerinden, şehrin büyük bölümünü
Büyük İskender’in adına yakışır nitelikteki “Büyük” heykel-
lerine ayırmışlardı.
Çok yürüdüğüm için yorulmuş ve yemek molası verme
zamanım gelmişti. Bir lokantanın bahçedeki masasına otur-
dum. Bir şehri tanımak istiyorsanız, halk pazarına gitmeniz
gerekir. Yemek alışkanlıklarından sağlık durumlarını, inanç-
larını, iklimini kolaylıkla anlarsınız. Üsküp’ün pazarında o
kadar çok kuru fasulye görmüştüm ki, buraya gelindiğinde
kuru fasulyenin mutlaka yenmesi gerektiğini anlamıştım.
218
gezi
kosova
Kubbeli hamamlar,
alçak direkli camiiler,
minarede göndere
çekili yeşil üzerine
ay yıldız bayrak, köşe
başı çeşmeler, Arna-
vut kaldırımlar…
Osmanlı
Dönemi’nden kalma
bir hamamı “Make-
donya Ulusal Galeri-
si” yaparak, içeride
duvarları boyamışlar
ve tarihi eserin ca-
nına okumuşlardı
maalesef.