Background Image
Table of Contents Table of Contents
Previous Page  220 / 244 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 220 / 244 Next Page
Page Background

“Türkiye’den misafirim” şeklinde beni tanıştır-

dığında, biraz önce kasap dükkanında tanışma-

mışız da 40 senelik dostmuşuz gibi hissederken,

Türkler’in de ne kadar sevildiğini anladım. Su

dolu minik bir kavanozun içinde yüzen peynir

parçalarının orijinal Şar Peyniri olduğunu öğre-

nip, bir tane aldım.

Anayola çıktığımızda otogara gerek kalmadan

Priştina otobüsüyle karşılaştık. Mihmandarımla

tokalaştıktan sonra otobüse binerken güneşi ardı-

ma alıp “ne güzel insanlar var” diye düşündüm.

“Burada Herkes Türkçe Konuşur Abla!”

Ertesi sabah kiliseden gelen çan sesiyle uyandım.

Çok geçmedi ezan sesini de duyunca içimde bir

heyecanla yatağımda doğruldum. Uyum, huzur,

mutlulukla erkenden güne başlıyordum! Planım-

da Makedonya’ya geçmek vardı.

Otogara vardığımda büyük bir otobüsle ülke

değiştireceğimi düşünerek tüm eski model oto-

büslerin tabelalarını okudum. Sonunda “Skopje”

(Üsküp) yazan bir minibüsün önünde durdum.

Bildiğimiz minibüslerden farkı, çok eski ve yıpran-

mış olmasıydı. Minibüse bindiğimde arka koltukta otura-

rak kitap okuyan sırt çantalı bir turist gördüm. Priştina’da

İngilizce bilen birini bulmak çok zordu. Dolayısıyla,

turistin yardımcısı yine turist olacaktı!

Minibüsün Üsküp’e mi gittiğini sordum. Turist, başını

okuduğu kitaptan kaldırıp, kayıtsız bir ifade ve rahat bir

sesle beni cevapladı:

“I hope so!” (Umarım gidiyordur)

Minibüs Üsküp’e gitmese de, rahattım. Artık kader beni

nereye götürürse, oraya gidecektim!

Minibüsün kalkış saati geldi. Kel kafalı iri şoför, direksiyon

başına oturdu. Anahtarı kontağa soktu. Nefessiz kalmış bir

canavarın boğuk sesi gibi bir ses geldi. Şoför, aracı bir kere

daha çalıştırmak için hamle yaptı. Yine aynı ses… İçimden

minibüsü iteceğimizi düşünürken minibüs çalışıverdi.

Yolda ellerinde pasaportlarıyla bekleyen yolcuları ala-

rak ilerliyorduk. Kosova’da herkesin pasaportu vardı ve

Balkanlar’da sınır, formaliteden ibaretti. Komşuya gider

gibi birkaç saatliğine ülke değiştirip geri geliniyordu.

Yeşillikleri izlerken bir kağıt elden ele dolaşmaya başladı.

Minibüstekiler isimlerini ve pasaport numaralarını kağıda

yazıyordu. Sınıra geldiğimizde Kosovalı bir memur mini-

büse binip hepimizin yüzüne tek tek bakarak pasaportları-

mızı inceledi.

Memur, işlemlerimizi yaptıktan sonra tüm pasaportları

şoföre teslim etti. Şoför bir sonraki Makedonya sınırında

memura pasaportları kendimizin teslim etmesi için dağı-

tırken benimkinde takıldı kaldı:

“Türk müsen seeen?”

Şoförle konuşmak için İngilizce’nin yanı sıra el – kol hare-

ketleriyle de vücut dilini kullandığımdan O’ndan Türkçe

soru duyunca şaşırmıştım:

“Siz Türkçe biliyor muydunuz? Kaç saattir niye uğraştım

derdimi başka dillerde anlatmaya!”

Makedonya sınırına gelmiştik. Memur bizi minibüsten

indirdi. Normalde minibüsten kimseyi indirmezmiş ama

şansıma denk gelmiş. Bir gün önce Üsküp’te çarşıda “milli-

yetçi” bir kavga olmuş. Polis, göz yaşartıcı gazlarla mü-

dahale edince, Makedonlar da sınırda “sıkı” gibi görünen

kontrollerini yapıyordu. Gerçi çantaları çok fazla karıştır-

madılar ama her yerde olduğu gibi romanların çuvalların-

daki her şeyi çıkartıp iyice incelediler.

Aramadan sonra minibüsümüze bindik ve çok geçmeden

Üsküp’e vardık. Rengarenk çiçeklerin olduğu tezgahların

bölgesinde indim. Halk pazarı kurulmuştu. Pazara girip

İngilizce olarak Çarşı’ya nasıl gidebileceğimi sorarken, bir

adam çıkıp benimle Türkçe konuşmaya başladı. O zaman

anladım ki, Üsküp’te de Türkçe konuşana rastlamak çok

kolaydı. Pazardan çıkıp çarşıya geldiğimde yıllara meydan

okumuş bir Osmanlı şehrini gördüm. Kubbeli hamamlar,

alçak direkli camiiler, minarede göndere çekili yeşil üzerine

ay – yıldız bayrak, köşe başı çeşmeler, Arnavut kaldırımlar…

Osmanlı Dönemi’nden kalma bir hamamı “Makedonya

Ulusal Galerisi” yaparak, içeride duvarları boyamışlar ve ta-

rihi eserin canına okumuşlardı maalesef. Yürüyüş için özel

aldığım spor ayakkabılarımla tüm şehri arşınlamak üzere

eski hamam ziyaretinden sonra tepeye tırmanarak kaleye

doğru yol aldım.

Balkanlar’da neredeyse her merkezi şehirde bir kale oldu-

ğunu var sayarsak, ne kadar istilaya açık bir bölge olduğu

sonucuna varabiliriz.

Kale’ye geldiğimde, kalenin yarısında restore çalışmaları-

nın devam ettiğini gördüm. Kalan bölümler de yürü yürü

bitmiyordu. Güneş yine tepemdeydi. Şehri ikiye bölen

nehrin üzerine kurulu köprü, tarih ile modern dünyayı

birleştiriyordu.

Kaleden inip, köprüyü geçerek karşı tarafa gittiğimde daha

yüksek katlı binalar, modern heykeller, rahat sandalye ve

koltuklu cafelerle karşılaştım. Büyük İskender’in Makedon

olduğunu iddia ettiklerinden, şehrin büyük bölümünü

Büyük İskender’in adına yakışır nitelikteki “Büyük” heykel-

lerine ayırmışlardı.

Çok yürüdüğüm için yorulmuş ve yemek molası verme

zamanım gelmişti. Bir lokantanın bahçedeki masasına otur-

dum. Bir şehri tanımak istiyorsanız, halk pazarına gitmeniz

gerekir. Yemek alışkanlıklarından sağlık durumlarını, inanç-

larını, iklimini kolaylıkla anlarsınız. Üsküp’ün pazarında o

kadar çok kuru fasulye görmüştüm ki, buraya gelindiğinde

kuru fasulyenin mutlaka yenmesi gerektiğini anlamıştım.

218

gezi

kosova

Kubbeli hamamlar,

alçak direkli camiiler,

minarede göndere

çekili yeşil üzerine

ay yıldız bayrak, köşe

başı çeşmeler, Arna-

vut kaldırımlar…

Osmanlı

Dönemi’nden kalma

bir hamamı “Make-

donya Ulusal Galeri-

si” yaparak, içeride

duvarları boyamışlar

ve tarihi eserin ca-

nına okumuşlardı

maalesef.